Sanayi toplumlarının gelişmesi, kapitalizmin gelişmesi anlamına gelir. Bu “gelişme” yarattığı tüm olumlu değerler yanında aynı zamanda kentleri birer hapishane haline de getirir. Belki bunun da neticesi olarak genellikle yaz aylarında çok sayıda insanın bu hapishane ortamından kurtulmaya çalıştığı görülür. Sahil beldeleri, ormanlık alanlar, kır ve köyler yanında, kentin kenarındaki piknik alanlarına yönelme bunlara örnek olarak gösterilebilir. Geçtiğimiz hafta sonu bu örneklerden birini biz de yaşadık. Yüzlerce insanla birlikte İstanbul’da, Anadolu Yakası’nın yeşilliklerle süslü, oksijeni bol gölgeliklerine çekildik.
Doksanlı yıllarda sıkça antropolojik, sosyal, siyasal boyutları da bulunan nice piknik turları yapılırdı. Ve katılım da oldukça yoğun olurdu. Bu defaki nispeten sınırlıydı. Yine de yüzlerce insanın genç, yetişkin, çocuk, kadın ve erkeğin bir araya gelmesi birkaç cümle etmek için yeterlidir. Sınırlı olunca belli bir evrimin ve olgunlaşmanın meydana geldiğini gözlemlemek de zor olmuyor. Çevre bilinci gelişmiş, göründüğü kadarıyla entelektüel düzey belli bir ölçüde yükselmiş diyebiliriz. Estetik ve ahlaki seviyede de bir kıpırdama olduğu iddiasında bulunabiliriz. Pikniğin organizasyonu ise İstanbul-Şişli’de faaliyetlerini sürdüren Yaşam Ağacı Derneği üstlenmiş.
Muhafazakar Romantizm mi,
Devrimci Romantizm mi?
Yüzlerce insanın kendisini, kentin dışındaki piknik alanlarına atmasının altındaki sosyal ve psikolojik gerekçeler için neler söylenebilir? Açıklama ve yanıtlar muhtelif olacaktır. İlk söylenmesi gereken cümle sanırım şudur: İnsanın doğaya yabancılaşması kentlerin ortaya çıkmasıyla başlar. Kentlerin ortaya çıkması ise yeni tipte üretim biçimleri sayesinde olmuştur. İnsanoğlu binyıllardır bu iki mekan arasında gider gelir. Mekanın parçalanması, kuşkusuz ontolojik olarak insanın parçalanması anlamına gelmez. İnsan, bu parçalanmaya adeta antropolojik bir özellik geliştirerek yanıt vermiştir. Yani nerede değilse orayı arayan bir insandan söz ediyoruz.
Felsefi ve sanatsal açıdan insanın arayış içinde olmasına romantizm diyebiliriz. Romantik insanlar kümesini ikiye ayırmak olasıdır. Eskiyi yeniden inşa ederek, yeniden üreterek varlığını sürdüren muhafazakar romantizm içinde olanlar bir kümeyi oluşturur. İkincisi ise eski değerlere düşkün olmakla birlikte yeni bir mekan, toplum ve dünya arzusuyla varolmaya çalışan romantikler öbeğidir. Bu türden romantizme de devrimci romantizm diyebiliriz. Bizimkini buna benzeteceğim.
Kıra ve geleneksel değerlere atıf yapıldığında romantizmin akla gelmesi doğaldır. Bununla birlikte her kavram gibi romantizmin de kendinden menkul, kendine özgü, kendinden ibaret olduğu düşünülemez. Kendi dışında olan her şeyle ilgisi vardır. İçsel ilişkiler felsefesi bunu söyler. Dolayısıyla çağımızın insanını da tek boyutlu, tek hedefli ve bir yapılı olarak ele almak olası değildir. Piknik alanında pek çok etkinliğin birlikte görülmesi de bunun kanıtı niteliğindedir. Küme küme halinde kurulmuş kahvaltı masaları, sanat ürünlerinden oluşan stantlar, neredeyse hiç durmayan ve susmayan sahne faaliyetleri, oyunlar, halaylar…
Mekanı Değiştirmek İnsanı Değiştirir mi?
Mekanı değiştirme arzusu, anlık oturulan yeri değiştirmek arzusu kadar kendisini ihtiyaç haline getirebilir. Yer değiştirmek arzusu sınıflı toplum insanına özgü olsa gerek. Yer değiştikçe, insanın olumlu yönde değişeceğine inanılır. İnsanın bu yönde değişmesi değişik bir dünya arzusu ile ilgilidir. Kentin işlek caddelerinden kentin periferilerine çekilmek anlamlı olsa gerek. Aristoteles’ten beri değişme üzerinde düşünülür. Soru nettir: Mekanı değiştiren insan, değişir mi? Soru bizi sonu gelmez bir tartışmaya götürür. Bu soruya yanıt olarak şimdilik ihtiyatlı bir biçimde de olsa “evet” diyeceğim. Bunun kanıtlarını piknik alanında gözlemlemek, sanırım çoğu kişi tarafından mümkün olmuştur. Düşünüş ve davranış tarzındaki değişiklikler, kullanılan dil, hitap tarzı, selamlı, merhabalı, lütfenli terimlerin seçimi bunun göstergesidir.
Genç yaşlı demeden, kadın erkek demeden bunca insanın çuval yarışına girmesine ne demeli? Dakikalarca hayal ve semahlara durulmasını, onca çocuğun uçurtma etkinliğine katılmasını nasıl açıklayabiliriz? Öbekler halinde kulisler yapılmasına, kulağımızı patlatırcasına dakikalarca çalan davul ve zurnaya ne demeli? Yazar, politik aktivist, sanatçı ve müzisyen dostların soran, sorgulayan, anlayan, eleştiren ve öğrenmeye, değiştirmeye çalışan çabası, zihnimizde nereye oturmaktadır? Ayrıca insanların çocuklaşmalarını, her insanın içinde çocukluğunu taşıdığı biçiminde yorumlayabilir miyiz? Ya şu masaları dolaşıp hal hatır eden, dost sohbetleri yapanlara ne demeli? Bu türden sorulara kısa bir cevap vermek gerektiğinde işaret edilmesi gereken noktalardan birisi şu olacaktır. Piknik yalnızca piknik değildir, zira piknik yalnızca piknikten ibaret değildir.
Kentten Kıra İsyan Dalgası
Şu uçurtmayı uçurtan çocuk, uçurtmada kendini buluyor belli ki. Halaya eşlik edenler gibi halayın başındaki kadın da kendinde, kitlelere önderlik eden bir ego (ben) buluyor kuşkusuz. Kadınlar giderek kendini daha çok gösteriyor, ne mutlu onlara. Türküleriyle alanı neşelendiren, neşelendirdiği kadar da duygulandıran Mehmet Ekici de türküleri aşan bir etkinliğin içinde olduğunu biliyor elbet. İstanbul’dan Dersim’e, kentlerden kırlara sesleniyor ezgilerle. Varlık gibi toplum da tek yapılı değil. Ezgiler de bundan nasibini alır. Türkçe söylenen şarkılar, marşlar, ağıtlar Kürtçe ve Ermenice ezgilerle dengelenir böyle ortamlarda. Kent özgürlük kokar denmiştir. Oysa piknikçilere bakılırsa kır özgürlük kokar demek gerekiyor.
Varolmaya, direnmeye, görünmeye, bilinmeye ve önemsenmeye çalışıyor her varlık. Genç kadın, yetişkin oğlan, bilcümle adına insan denilen yaratık, düzenin duvarlarını aşarcasına, kentin kırlarına bir isyan dalgasıyla akar piknik günlerinde. Akışın nedeni çoğu zaman bilinmese de, bazı durumlarda da tek bir nedene indirgense de akış her daimdir ve çok nedenlidir. Piknik alanlarına akış da bir isyandır ve çok boyutludur. Fransız sosyolog E. Durkheim’in mantığıyla bakılırsa kent ve endüstri toplumu, insanı intihara yöneltir. Piknik alanlarına akış, kentli için kısa ve geçici de olsa bir anlık, birkaç saatlik veyahut da bizim yaptığımız gibi bir günlük nefes almadır.
İnsanın arayışı akış halindeki su gibi, derya deniz gibi doğduğu yeri arar. Dünya kırlardan doğdu kuşkusuz. Kentlinin kıra özlemi normaldir. Dolayısıyla kırın unutulması mümkün görünmüyor. Piknik birçok kişiye sanırım Dostoyevski’nin şu sözlerini anımsatmıştır: “Çocukluğumun beşiği yine sana geliyorum.” Çocuk eski çocuk olmadığı gibi beşik de (mekan) eski beşik değildir artık. Köprünün altından çok sular aktığı bellidir. Herakleitos boşuna “Bir ırmağa iki kez girilmez” demedi. Romantik piknikçi ırmağa duyarsız kalamaz. Irmağın yönünü değiştirmek ise büyük bir hüner ve yetenek ister. İşte bu hüner ve yeteneklerden niceleri şu anda piknik alanındadır. Nicesi eşi benzeri görülmemiş bedeller ödemiştir. Yine de bıkmamış, yılmamış, tırsmamış. Yine de iyimser, yine de gülümseyerek…
Kırmızı Et ya da Tavuk
Pilav ve Tulumba Tatlısı
Endüstri, ahşap ve hatta metal ürünlerini de müzeye kaldırıyor. Doğal olan ne varsa dibine kibrit suyu döküyor. Öğle yemeğinde bunu herkes görmüş olmalı. Menü, lüks değil. Kırmızı et ya da tavuk, pilav ve tulumba tatlısı. Organizasyon da yemekten şikayetçi. Şikayet sahneye kadar yansımışsa –ki yansıdı- bize eleştirecek bir şey de kalmıyor. Kurumun kendini eleştirmesi ya da kişinin kendisini eleştirmesine özeleştiri diyoruz. Endüstriyel/kapitalist kurumlara güvenilirse özeleştiri vermek zorunda kalınır. Yemekleri meyvelerin izlemesi adettendir. Yaz aylarının kıymetli yiyeceği karpuz, tüm masaları ziyadesiyle doldurduğunda, topluluk dönme psikolojisine çoktan girmiştir.
Piknik ortamlarının her zaman sürprizleri olur mu bilmiyorum. Dersim’in efsanevi belediye başkanı adaşım Maçoğlu bu sürprizlerdendi. Benim için Erdoğan Şenci de sürprizdi. Masamıza çay taşıyan değerli Zeynel dostla tanışmak, keza fotoğraflarımızı çeken ve anlamlı sorularıyla bizi derin tartışmalara iten bir başka Zeynel dostu da mutlaka anmak gerekir. Daha da ilginç birisinden söz etmem gerekiyorsa o da psikiyatrist-yazar Ahmet Coşkun arkadaş olmuştur. Pikniğin güzel hediyesi de ondan geldi. Yeni kitabı: Gülüşün Çürümüş Menteşesi. Umarım kitapla ilgili yakın günlerde bir değerlendirme yapabilirim. Uzaktan da olsa gördüklerimi saymakla bitiremem. Birçoğuyla sohbet imkanı da bulduğumuz Lütfiye Bozdağ hoca anılmazsa olmaz. Sonra Mehmet Hanifi, Ali, Hasan, Z. Demirçivi, Bekir, Levent, Seza, Fatmagül, Hüseyin, Rıza, Meral…
Okan’ın Sazı, Sesi…
Rousseau’nun Eğitim Felsefesi
Okan’ın sazı ve sesi giderek özgünleşiyor. Derneğin müzik grubu da kendine özgü ezgiler seslendirirken Okan’la bütünleşiyordu. Pikniklerin eskiden beri ayrılmaz bir parçasıdır ezgiler. Ezgilere bilgiler, bilgi yarışmalarının eşlik etmesini de unutmamak gerekir. Bilgi, pratik ve doğa ilişkisi, üzerinde durmayı gerektirir. Fransız filozof J. J. Rousseau’nun (Ruso) eğitim felsefesi, doğa koşullarına vurgu yapar. Ona göre eğitim doğada yapılmalıdır. Çocuklar (Emile) doğaya, toprağa, ağaca, suya dokunmak kaydıyla eğitilmelidir. Piknik ortamlarında yapılan birçok gözlem Rousseau’nun haklı olduğunu gösterecek cinstendir. Nihayetinde doğa ve kırsal alan, kentleri öncelemektedir.
Eğitim ve bilgide doğanın fonksiyonu bir yana, piknikteki bilgi yarışmasını izleyen dostlar sanırım bilgide, egemen eğitim anlayışının rolünü de görüşlerdir. Adeta televizyon ekranlarındaki bilgi yarışmalarına benzetilerek yapılan bilgi yarışmalarının miadını çoktan doldurduğunu iddia edeceğim. “Şu kitabın yazarı şudur” demek, “şu ırmağın uzunluğu yüz kilometredir” demenin bilgiyle bir ilgisi yoktur. Ahmet Arif’le bitirmek istiyorum. Hasretinden Prangalar Eskittim kitabındaki tüm şiirlerin sahneden seslendirilmesi, sanırım tüm piknik bileşenlerinin dikkatini çekmiştir.
Mehmet Akkaya