MARŞLAR VE AĞITLAR’LA YENİDEN

MARŞLAR VE AĞITLAR’LA YENİDEN

İran: Ortadoğu’da liderlik savaşı
Mavi Marmara’da ne yaptılarsa Kudüs’te de aynısını yaparlar
MAYAKOVSKY VE ‘BÜYÜYÜNCE NE OLMALIYIM’ ÜZERİNE

Geleneksel değerlerin, eskidiğini ileri sürmek ve bunu da mutlaklaştırmak asıl olarak liberal felsefelerin işidir. Kaldı ki mevzubahis olan sanat ürünleri ise eski olanın, kelimenin gerçek anlamında eski olup olmadığı tartışma kaldırır. Kimi –eski- sanat eserlerinin “çağdaş” denilen sanat eserlerinden daha da estetik bir nitelikte olduğu ileri sürülebilir. Bu yüzden birçok sanatçının, sanatlarının ileriki zamanlarında yeniden ilk eserlerine döndükleri, eski eserlerde “klasik” değerler saptadıklarına sıklıkla tanık oluyoruz. Sanatçı-müzisyen Ferhat Tunç’u da “Marşlar ve Ağıtlar” adlı çalışmasından dolayı bu “klasikler” içinde değerlendirmek yanlış olmaz (Royem Müzik, 2019). Niceliksel birikimi de buna dahil etmek gerekiyor. Zira sanatçıya ait yirmi beş çalışmadan söz ediyoruz.

Şunu baştan belirtelim ki, bir toplumun tarihini, sosyal yapısını, felsefesini ve aktüel sorunlarını anlamanın birden çok yolu ve yöntemi vardır. Bu yol ve yöntemlerden birisi de sanattır. Hatta sanatın, ilgili alanlarda belirleyici bir rol oynadığı iddiası da yabana atılamaz. Sanat disiplinleri içinde hangisinin daha fazla işlevsel olacağı ise tarihsel, kültürel konjonktüre göre değişiklik arz eder. Tunç bağlamında bilhassa müzik üzerinde duruyoruz. Genel olarak müzik eserlerinin özelde de Ferhat Tunç’un eserlerinin yalnızca estetik değerler taşıdığı söylenemez. Zira her zaman belirttiğim gibi sanat eseri estetik değerler yanında etik, politik, tarihsel ve epistemolojik değerler de taşır. “Marşlar ve Ağıtlar”ın bunlarla birlikte başka neler anımsattıklarını bu metinde detaylar da vererek paylaşmak niyetindeyim.

Müzik: Yaratır, Taşır ve Değiştirir

Türkiye ve Kürdistan gerçekliği söz konusu olduğunda en dinamik sanat türünün müzik olduğunu ileri sürebiliriz. Bilhassa sözlü müzik geleneği açısından, ozanlar, dengbejler konu edildiğinde durum daha iyi anlaşılmaktadır. Kuşkusuz Anadolu topraklarında romandan, şiire; tiyatrodan resme, heykele, operaya, baleye dek geniş bir alanda çok sayıda sanat insanı kendine yer bulmuştur, bulmaktadır. Bu oran ve sayıların, Ferhat Tunç örneğinde de olduğu üzere, müzik alanında çok daha fazla olduğunu iddia etmek mümkündür. Müzik yaratan, taşıyan ve değiştiren bir etkinlik olarak ön plana çıkar.

Çok sayıda müzisyen içinde kimileri var ki, kendisini her daim bir adım önde konumlandırıyor. Konumlandırırken de müziğin ve sanatın yalnızca müzik ve sanattan ibaret olduğunu düşünmez bu türden kişiler. Böylesi müzisyenlere göre müzik, sosyal ve tarihsel olguların yaratıcısı, taşıyıcısı olmak yanında bunların değiştirilip dönüştürülmesini de hedefler. Yaratıcısıdır, çünkü Shakespeare gibi büyük sanatçılar, “Türküleri yaratanlar yasaları yapanlardan daha güçlüdür” demiştir. Bilhassa sanattaki güzelin, ekmek ve sudan daha değerli olduğu da ileri sürülmüştür. Ne yazık ki sanat ve müzik uzlaşmanın da koşullarını yaratır. Günümüzde ve ülkemizde düzenle uzlaşmış olan nice sanatçı ve konumuz olan müzisyen vardır. Ferhat Tunç ve temsil ettiği müzik geleneğinin ise bu uzlaşmaya karşı, devrimci bir dinamiğe karşılık geldiğini bilmem belirtmeye gerek var mı?

Ferhat Tunç ile Büyümek

Ferhat Tunç ile büyümek derken çağdaş olduğumuzu söylemek istiyorum. 1964 Dersim doğumlu Ferhat Tunç. Onu tanımam, 1986 yılında Emek Sineması’ndaki bir konser esnasında oldu. Ülkenin ve dünyanın sorunlarıyla ilgilenmeye başladığımda yirmili yaşlarda idim. On beş-yirmili yaşlar insanların felsefi düşünmeye, ütopyalara, metafiziklere yakın olduğu ve aynı zamanda cesaretin doruğunda olduğu yıllardır. İnsan gençlik çağlarında dünyayı değiştireceğine ve üstelik bunu bir çırpıda yapabileceğine, her zamankinden daha çok inanır. Hesapsız, çıkarsız, saf ve sıradan bir yaşamdır. İnsanların sıklıkla bu yaşları aradığı görülür. Ferhat Tunç özelinde de bunun devam ettiği ileri sürülebilir. Ülke kamuoyuna damgasını vururken de Tunç, seslerin, şiir dizelerinin ve melodilerin gücünü keşfetmeye yönelmiş ve bunun ışığında devrimci icatlara yükselmiş bir kişiliğin temsilcisine dönüşmüştü.

Ayrılık, hasret, aşk ve mücadele türküleri onunla yeni bir form kazanmıştı adeta. Yalnız bizim kuşağı değil genç yaşlı tüm kesimlerin sempatisini kazanmıştı. Yeğenlerim Ufuk Akkaya ve Taner Akkaya ile birlikte ablam Solmaz Akkaya, onun konserlerini takip ediyor, evde onun kasetlerini açıp söyleyişine eşlik ediyorduk. Tunç’un yazıp bestelediği –“Marşlar ve Ağıtlar”da da yer alan- sevdiğimiz türkülerden birinin bir dörtlüğünü burada anmak isterim:

Yokluğun bağrımda yanan bir ateş
Dolanır başımda ecelsiz kalleş
Doğacaksan artık doğ eşsiz güneş
Koyma gülüm beni yalnız başıma

Sanırım ona eşlik etmede biz tek ve yalnız da değildik. Burjuva basın bile ondan söz etmek zorunda kalıyordu. Konserler ise miting ve festival havasında geçiyordu. Bunda elbette halkın yekinip ayağa kalkmasının payı da vardı. Cunta baskısı geriletiliyordu. Güneş Gazetesi’nin “Yeni Bela Partizan” biçiminde başlıklar attığı günlerdi.

Ferhat Tunç’un Emek Sineması’ndaki konseri, bazı açılardan milat özelliği taşır. “Marşlar ve Ağıtlar”ın bana ilk hatırlattığı sinemadaki bu etkinliktir. Ülkemizde Ferhat’ın ilk konseridir. Kimilerine göre hiç tanınmayan bu adamın salonu doldurması mümkün görünmüyor. Oysa görünüş ile gerçeklik aynı değil. Görünüşte tanınmıyor olmakla birlikte gerçekte tanınıyor, biliniyor. Üstelik aynı gün birinci konseri, ikincisinin izlediğini duyanlar şaşırmadan edememiştir. Sahnede görünen kara kuru, hatırladığım kadarıyla köse sakallı ya da sakalı bile çıkmamış, nispeten uzun boylu bir genç.

On iki eylül faşizmini, tez olarak sunarsak, sinema sahnesinde, Ferhat Tunç’ta simgeleşen dinamiği de antitez olarak belirleyebiliriz. Yani faşist cuntanın antitezidir Tunç. Cuntanın, antitezi kah sahnedeki kişinin cesaretinde kah “Marşlar ve Ağıtlar”daki eserlerde meydan okuyordu. Heyecanlı ve her an polis basar mı, telaşıyla dikkatli davranan dinleyicilerin varlığını, soğukkanlılığı ve sakinliğiyle dengeleyen bir gençten söz ediyorum. Yaşından daha olgun davranışları olan bu genç ozanın, gelecekte Türkiye ve Kürdistan müziğine, folklorüne yön verecek, mutlak kendisinden söz ettirecek ve elbette ki çok satanlar listelerinde yer alacaklardan biri olduğu da belliydi.

Sahnedeki Ses Yabancı Değil

Ütopik ve metafizik düşünceler çağından söz etmemin bir anlamını da bu konser sırasında yaşadığımı hatırlatsam pek iyi olacak. Üstelik bunda da yalnız olduğum sanılmasın. O da şunun kadar absürt: Sahnedeki kişi Ozan Emekçi’nin ta kendisi! Gerçekte mümkün değil. Yine de çağ, dönem ve ilgili ruh hali bunu, gerçeğinden bağımsız olarak lanse etmeye ve geri dönüp kendi uydurduğuna inanmak istiyor. Öte taraftan şu da var: Simgesel her uydurmanın, nesnesiyle az da olsa bir ilişkisi vardır. Başka türlü uydurma mümkün olmaz. Sahnedeki ses yabancı değil çünkü. Söylenen eserler ise çok tanıdık geliyor.

Kadın ve erkek sesleri birbirinden ayrılır. Erkek sesleri bas, bariton ve tenor olarak biliniyor. Erkeklerin sesi, yaş ilerledikçe tenordan bas’a doğru bir seyir içindedir. Birçok müzisyen yanında, bu seyri Emekçi ve Ferhat Tunç örneklerinde de izlemek olasıdır. Yirmili yaşlarda, yani Tunç’un yeni çalışmasındaki “Marşlar ve Ağıtlar”ın söylendiği yıllarda “sol karar” sesi denilebilecek bir sesle söylüyordu. Bu kararda okuyabilmek için de uzun kollu bağlamayı, bozuk düzen akorduna değil bağlama akorduna getirmesi gerekirdi. Anladığım ve izlediğim kadarıyla her iki müzisyen de bu süreçten geçmiştir, geçmektedir. Şimdilerde konserlerini gördüğümde genellikle küçük tekne ya da “re kesik” denilen bağlamalarla çalıp söylüyorlar. Çünkü tenor ses, yerini bariton, hatta basa bırakmış durumda. Zaten Emek Sineması’ndaki konserde de, belki bu gerekçelerle Tunç’un iki farklı bağlama kullandığını anımsıyorum.

Yoldaş Seni Anacağız

“Marşlar ve Ağıtlar”, Emek Sineması dışında neler anımsatır? Ferhat Tunç’un sanatsal serüveni ile yakın tarihimiz arasında nasıl bir paralellik vardır? “Marşlar ve Ağıtlar” ile sınıf mücadelesi arasındaki diyalektik nasıl kurulmalıdır? Müziğin melodik dili ile sözel dili, halklar mozaiği olan Türkiye ve Kürdistan için ne anlam ifade etmektedir? Ferhat Tunç’un ortaya çıkması ile Livaneli, Ahmet Kaya ve özellikle Grup Yorum’un ortaya çıkması arasındaki benzerlikler nerededir? Aynı yıllarda düzenin yaydığı pop, arabesk, taverna müziği türünden müziklerin işlevi ne olmuştur? Tüm bu ve benzeri soruların yanıtları için birer tez yazmak gerekebilir. Diyeceğim şu ki Ferhat Tunç’un sanat serüveni üzerine yapılmak istenen bir çalışmada tüm bu sorulara ayrıntılı birer yanıt vermek gerekir.

Ferhat Tunç deyince, anımsadığım iki isimden daha söz etmem zorunlu görünüyor. Bunlardan birisi, Tunç’un ülkemizde yayınlanan ilk albümü sandığım “Vurgunum Hasretine” adlı eserin söz yazarı olan Muzaffer Oruçoğlu. Muzaffer Oruçoğlu üzerine yazılmış “Epistemolojik Kopuş” adlı bir çalışmam olduğunu burada geçerken anımsatmak isterim. Tunç’un gerek ilk eserlerinden gerekse sonraki çalışmalarında Oruçoğlu’nun yazdığı şiirlerden onlarcasını bestelediği sır değil. “Marşlar ve Ağıtlar”daki eserlerden birisi olan “Yoldaş Seni Anacağız” adlı eseri bilhassa anmak isterim. Sanırım bu eser Emek Sineması’nda söylenmemişti.

Şair, Şiir, Ozan ve Beste Diyalektiği

Tunç deyince anımsadığım diğer bir isim ise Nihat Behram’dır. O da pek çok şiir kitabı ve şiir yanında “Ay Işığı Yana Yana” adlı şiirin de yazarıdır. Tunç’un güzel bestelerinden birisidir bu eser. Dört dörtlük denilen ana usul formunda bestelenmiştir. Aynı eseri farklı müzisyenlerden de dinleme imkanı bulan birisi olarak söylüyorum ki, Ferhat’ın ki oldukça etkilidir. Kaset adını da bu şiirden almıştır. Gerek Oruçoğlu’nun gerekse Behram’ın şiirleri, büyük oranda melodi içerikli olduğu için birçok sanatçıya olduğu gibi Emekçi’ye ve konumuz olan Tunç’a da davetiye çıkarmış olmalıdır. Şiir ve beste diyalektiği açısından yazan ve besteleyen arasında bir ruh, düşünce ve duygu yakınlığı olması kaçınılmazdır. Ferhat Tunç’un, kendi besteleri söz konusu olduğunda buna özen gösterdiği anlaşılmaktadır.

“Marşlar ve Ağıtlar” bağlamında iki kişiyi daha anmak kaçınılmaz görünüyor: Ruhi Su ve Sabahattin Ali. Bunları da Emek Sineması’ndan hatırlayanlar olacaktır. Yine hatırlanacağı gibi ülkemizin “Beş Büyükleri”nden söz ediyorum birkaç yıldır. “Epistemolojik Kopuş” adlı çalışmadaki beş kişiyi, Ferhat Tunç’un çalışmaları açısından bir kez daha vurgulamak isterim: Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney, Muzaffer Oruçoğlu. Ferhat Tunç kuşkusuz ki özgündür, önemlidir. Kopuş bağlamında düşündüğümüzde Tunç, epistemolojik kopuş gerçekleştirmiş birisi değildir. Bununla beraber müzikte bir çığır yaratmış olması ve “kopuş” yapmış kişilerle aynı çizgide olması, onlara temas etmesi, onun müzik tarihinde adının mutlaka anılacağını gösterir.

Ferhat, “kopuş” gerçekleştirememiş olmakla birlikte çok sayıda eser bırakmayı başarmıştır. Üstelik eserlerindeki müziksel estetik, felsefi boyut, müziğin tekniğine hakimiyet, kişisel özelliğinde müziğe yatkınlık bakımından dikkat çeken birisidir. Keza çocuk denilecek yaşlarda müziğe girmiş ve erken yaşlarda, pek çok profesyonele kök söktürecek kadar güzel eserler seslendirmiştir. Bu çerçevede bir öneri ya da temenniyi dile getirmek gerekiyor. Gerek Emekçi, gerekse Nihat Behram ve bu metinde konu olan Ferhat Tunç üzerine, akademilerde olsun demokratik kurumlarda olsun birer tez çalışması yapılabilse ne iyi olur.

Ferhat Tunç’un, Atılım Dönemi ve Duraklama Yılları

Alman filozofu Hegel, son ile başlangıcı özdeş olarak görüyor: Son başlangıçtır. Bu felsefeden Ferhat Tunç ile “Marşlar ve Ağıtlar”a bakılırsa Tunç’un Hegel’i, izlediğini ileri sürebiliriz. Sanatçı/müzisyen, 1978 ile 1985 arasında seslendirdiği eserleri şimdi birtakım teknik müdahalelerde bulunduktan sonra dinleyicilere tekrar sunuyor. Belki de sanatçı, “Marşlar ve Ağıtlar”la “yeniden” diyor. Kuşkusuz sanatçı henüz verimli bir çağındadır. Dolayısıyla müzik etkinliklerini çeşitli tarzlarda ve yaratma biçimleriyle sürdüreceği düşünülebilir. Yine de sanatçıyı son sürece bakarak duraklama dönemi ve hatta geriye dönme süreci içinde ele alabiliriz. Peki duraklama dönemine nasıl girildi?

Ferhat Tunç’un eldeki albümde söylediği bestelerle ve hatta öncesinden başlamak gerekir. 1979’a kadar Türkiye’de bulunduğu sürede kendini “kurma” dönemidir diyebiliriz. Avrupa ve Emek Sineması süreci, atılım yıllarıdır. 1986’dan 1992’ye kadar geleneksel çizgide ısrar ve yükseliş yıllarıdır. Neredeyse her yıl bir kaseti yayınlanır. Ahmet Can Akyol’un “Gül Vatan” adlı şiirinin isim olduğu kaset de bu yıllarda (1990) yapılmıştır. Kürt özgürlük hareketine sempati ve geniş izleyici kitleleri, peşinden gelir. Konser salonları dolar, kaset satışları milyonları bulur. 2000’li yıllarda Ferhat Tunç’taki yükselişin yerini daha az yükseliş almıştır. Bunda belki “müzik piyasası”ndaki mevsim değişiklikleri de etkili olmuştur denilebilir.

Yine de kanlar, kavgalar ve dağlarda yakılmakta olan ateşin sıcaklığı tüm toplumu olduğu gibi Tunç’un müziğinde de kendisine merkezi bir yer bulur. “Nerdesin Ey Kardeşlik” dendiğinde yıl 2000’e gelmiştir ve müzik dünyasında “işler” bir hayli gerilemiştir. Müzisyenlerin, daha kaseti çıkmadan söyledikleri, internete düştüğü için ilgili alandaki kriz tüm müzik dünyasını olumsuz etkilediği gibi Tunç’u da etkiler. Son on yıldır ise “duraklama” dönemindedir. Demek ki duraklamanın başı 2000’li yıllara uzanıyor. Bu süre zarfında sevgi, barış, hümanizm ve kardeşlik temaları da eklenmiştir sanatçının repertuarına. Sevmenin de bir eylem olduğu dillendirilir (2005). Ülkedeki çığlık fark edildiğinde yıl 2009 idi. Ferhat ile bir televizyon programında bu çığlığı duyuran eserlerini konuşurken yayıncım Ragıp Zarakolu da (Belge Yayınları) bizimle birlikteydi. En özgün çalışmanın ise “Şuware Kırmanciye” (2012) adlı eser olduğunu söyleyebiliriz. Tunç, bu çalışmada tamamı kendi ana dilinden olan eserler canlandırmıştır. Aşağı da detay da vereceğim yeni çalışma “Kobani” (2016) adlı albümü de not etmemiz gerekir.

Yaşamın Gerçekleri ile Sanatın Gerçekleri Çakışır

Yükseliş yılları, ülkedeki siyasal yükselişle şüphesiz ki ilişkilidir. Cunta yıllarının korkusu atılmış, devrimci yapıların önderlik misyonuna uygun hareket ettiği bir süreçtir. Ülke “bahar eylemleri” ile bir uçtan bir uca silkelenmiştir. Gerilla mücadelesi bir karmaşıklaşma, ilerleme ve atılım yıllarını yaşamaktadır aynı zaman kesitinde. Dağlardan gelen kötü haberler de medyada ziyadesiyle yer bulmaktadır. Bunlar da Tunç’un sanatına yansır elbette. Öyle ki sanatçının eserleri ile toplumsal gelişmeler adeta birbirine paralel ilerlemektedir. Neredeyse olgu ve olaylara bakmakla sanat ve müziğe bakmak aynı anlama gelmektedir. Gorki’nin deyişiyle yaşamın gerçekleri ile sanatın gerçekleri çakışır.

Ferhat Tunç’un iki çalışmasını daha, yükseliş yılları çerçevesinde anmak gerekiyor. Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı belirgin bir “es” vurgusuyla başlayan “Vuruldu” adlı parçanın bestesi ve peşinden gelen “Dağlarda Düğün Var” besteleridir. Benzer temaları Grup Yorum’un tarihinde de görüyoruz. Pek çok kişinin müziğe, tiyatroya, şiire, plastik sanatlara yöneldiği yıllardı. Sanatın kitleselleştiği, kitlelerle buluştuğu, kitlelerin sanata yöneldiği bir dönemdi de diyebiliriz. Sanki bir Rönesans çağı yaşanıyordu. Amatör ya da genç kuşakların rol model aradıkları, mitler, mitoslar yarattıkları bir dönemdi de. Tunç ve Yorum gibi kişi ve gruplar bu mitoslara örnek olarak verilebilir. Bu Rönesans’ın zihni faaliyetlerime yansımamış olması düşünülemez. Müziğe, şiire, resme merak saldığım bir zaman dilimi… Felsefe öncesi dönem.

Gerçeklik Aynı, Dil Farklı
Marş Formu ile Ağıt Formu

Nihat Behram, Oruçuoğlu, Emekçi ve konumuz olan Ferhat Tunç, sanat adına izlediğim ender kişiler arasındaydı. Aslında bu türden sanatçıların dile getirdiği gerçeklik benzerdir. Öte taraftan bu sanatçıların kullandığı dil, teknik, izlediği yol ve güttüğü amaç ise kendine özgü nitelikler taşımaktadır. Bu noktada “Marşlar ve Ağıtlar”ın da bu analizden payını aldığı söylenebilir. Çünkü ülke ve dünya gerçekliğine ilişkin olguların marş formuyla dile getirilmesi belli bir anlama gönderme yapar. Bunun gibi aynı gerçeklik evreninin ağıt formuyla dile getirilmesi de mümkündür. Ferhat’ın her iki formun olanaklarından faydalanmış olması manidardır. Kaldı ki sanatçının müziksel dili bu iki formdan da ibaret değildir.

“Marşlar ve Ağıtlar” özelinde söylersek, marşların nerede bittiğini ağıtların nerede başladığını tespit etmek kolay değil. Marşlar genellikle ana usul biçiminde ve ritmik yapıdadır. Ağıtlar ise neredeyse bunun tersi biçimindedir: Karma ya da aksak usul formundadır ve tempo düşüktür. Eserdeki parçalara baktığımızda ise daha farklı kriterlerin geçerli olduğunu düşündürüyor. Mesela marşa yakın iki parçanın “Sabahın Sahibi Var” ve “Nurhak Sana Güneş Doğmaz” olduğunu söyleyebiliriz. İkisi de sekiz sekizlik (3+2+3) kalıbıyla söylenmektedir. Ben marş deyince daha çok Tunç’un yine eski çalışmasında yer alan dört dörtlük olarak bestelenmiş ve “es” vurgusuyla başlayan “Kanmasınlar Kanmasınlar” gibi eserleri anlıyorum. Dolayısıyla çalışmada ağıtların baskın olduğunu iddia edeceğim. Çünkü marş olduğu düşünülen eserlerde bile “ağıt” psikolojisi baskındır.

Ferhat Tunç, Tanrı ve Sanatçı

“Marşlar ve Ağıtlar”ın anımsattığı mevzulardan birisi de Tanrı ile sanatçı, din ile sanat arasındaki ilişkidir. Alman düşünürlerinden Schelling’ten hareketle sanatçıyı Tanrı’ya benzetmek mümkündür. Her ikisi de yaratıcıdır. Her ikisi de yoktan var eder. Var ettikleri, dünyaya getirdikleri de yeniden var etme yeteneği kazanmıştır. Bu çerçevede Ferhat Tunç’un eserlerinin, topluma yeni bir kimlik ve kişilik verdiği iddiası asılsız değildir. Ki bu bağlamda Kürt ozan Şivan’ı ve Ali Asker’i de anmak gerekir. Buna kısaca müzikle ya da genel manada sanatla politikleşmek diyeceğim. Buradan da başta söylediğimiz noktaya bağlanabiliriz. Sanat eseri gibi müzik eseri de estetik değerlerle birlikte politik ve şimdi kısaca söz edeceğim epistemolojik özellikler de taşımaktadır.

“Bilmek” ile “duygu yüklü bilmek” birbirinden farklıdır. Sanat eserinin işi bilgi vermek değildir elbette. Öte yandan mevcut bilgiler üzerindeki etkisi söz konusu olduğunda bilgiyi adeta zihne kazır. Hatta bir ölçüde akıl geri plana çekilir. Böyle bilme biçimlerine neredeyse “duyguyla bilmek” bile diyebiliriz. Duyguyla bilen insan, bilgiye inanç kabuğunu geçirmekte gecikmez. Buna göre sanatla donanarak belli politik ve dinsel hedeflere yönelen insanları zapt etmek kolay değildir. Andığım sanatçılar gibi Ferhat Tunç müziğinin de, toplumu politik kayıtsızlıktan uzaklaştırma gibi bir işlev gördüğü açıktır. Bu yüzdendir ki sanatçı, daha etkinliklerinin ilk günlerinden ve yıllarından itibaren sermaye düzeninin boy hedefi olmuştur. Gözaltılara ve konser yasaklarına maruz kalmıştır. Günümüzde ise hakkında kesinleşmiş hapis cezalarından dolayı ülkesinden ayrıdır, siyasal sürgündür.

Sanatsal İklim İle Politik İklim Dengesi

Türkiye’nin yakın tarihini, Kürt ulusal hareketinin genel seyrini incelemek isteyenler Ferhat Tunç’un kişisel ve sanatsal serüvenini izleyebilirler. Sol gelenek içinde sanatını kurup ilerlerken bir yandan da Kürt ulusal hareketini izlediği anlaşılan Tunç, ulusal hareketteki devrimci değişim ve dönüşümü, onun ilerleme potansiyelleri taşıdığını ilk olarak gören ender kişilerden birisi olmuştur. Nihayetinde Kürt (Zaza) ulusuna mensup olduğu, eserlerini Türkçe yanında Kürtçe ve Ermenice de dillendirdiği bilinmektedir. Ulusal hareketin gelişmesine uygun olarak kendisi de müzikte benzer ve paralel bir gelişme gösterebilmiş midir? Ne yazık ki buna “evet” diyemeyeceğim.

Sorun nedir? Kanaatimce sanatsal iklim ile politik iklim dengeli bir düzeyde buluşma olanağından yoksun kalmıştır. Ferhat Tunç’un sanatsal serüveni, tabir yerindeyse politik etkinliği içinde erime sürecine girmiştir. Yani Tunç’un, zamanla estetik olanı politik olan içinde eritme yoluna gittiği ileri sürülebilir. Politik kimliğin ön plana çıkması, sanatçının sistem tarafından ötekileştirilmesinde fazlasıyla rol oynamıştır. Sonuç itibariyle deneyimli bir sanatçıdan söz ediyoruz. Sanatsal üretim için sanatçının mevcut yaşının (55) ideal olduğu söylenebilir. Onu daha nesnel bir değerlendirmeye tabi tutmak için bundan sonraki çalışmalarını da izlemek gerektiği açıktır. Yine de lehte ve aleyhte kendisine dair konuşmamıza olanak veren elimizde epeyce bir materyal bulunmaktadır. Yazdığı şiirler, makaleler, çektiği klipler, halen yapmakta olduğu besteleriyle her zaman kendinden söz ettirecektir.

Sıkışmış Bilgi Kümeleri
Anadolu ve Mezopotamya Ezgileri

Sanat ve düşün disiplinleri aynı şeyleri söylemekle birlikte dil, anlatım biçimi, üslup ve tavır farklılıklarıyla bunu değişik şekillerde yaparlar. Tarihin, politikanın, halkın söyledikleri sanat diliyle söylendiğinde solfej yeteneği ve müzik notalarıyla ifade edildiğinde kuşkusuz ki, insanı derinlemesine ve genişlemesine kuşatır. Tunç’un seslendirdiği eserleri, sıkışmış bilgi kümeleri olarak değerlendirmek mümkündür. Nazım Hikmet’in Beethoven’a dair söyledikleri ufuk açıcı olabilir: Fransız Devrimini tarih ve coğrafya kitaplarından öğrenemeyenler Beethoven’ın senfonilerini dinleyebilirler. Buna benzeterek Tunç’un sanatı için de, tarihsel ve sosyal gerçekliğimizin dışlaşmış formudur ifadesi kullanabilir. Örneğin onun eserlerinde Dersim katliamının tarihsel gerçeklerinin somutlandığını görmek zor olmaz.

Kızıldere, Vartinik ve Şarkışla trajedilerini izliyoruz onun şarkılarında. Sıra sıra Kürt, Ermeni, Süryani, Laz, Kızılbaş direnişlerini de bunlara eklemeliyiz. Kobani üzerine yapılmış geç dönem çalışmasındaki müziksel içerik de sanatçının, sanatı ile güncel sorunlar arasındaki senkroniyi göstermektedir. Bu çalışmanın hüzünlü melodilerinde, Haziran Halk Ayaklanması’nda yitirdiklerimizin, Suruç ve Ankara Gar ve Rojava’da kendini adayanların ruhlarını buluruz. Buradan tekrar “Marşlar ve Ağıtlar”a bağlanmak gerekir.

Bağlanmak gerekir, çünkü bu eserde Anadolu ve Mezopotamya’nın halk ozanlarını, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan’ı, Yunus Emre’yi Dadaloğlu’nu buluyoruz. Eser bağlamında Pir Sultan’dan dört dörtlük formunda bestelenmiş “Ötme Bülbül” adlı ritmik parçayı anarken Sabahattin Ali’den bestelenmiş “Meskenim Dağlardır” adlı türküyü de anmadan geçemeyeceğim. 6/8 kalıbıyla bestelenmiş, 3+3 gideriyle söylenmektedir. Beste söz içeriğine oldukça uygun erken dönem modernizm eleştirisi sayılır. Elbette Tunç’un eserinde kapitalizme bir meydan okuma anlamına geldiğini düşünebiliriz.

Ferhat Tunç: Müziğin Sokrates’i

İngiliz estetikçisi Ruskin, sanatın kafayla (akıl), yürekle (duygu) ve bilekle (çaba ve cesaret) yapıldığını söylerken haklıdır. Düşünce-duygu-duyum üçlüsü olarak da anlaşılabilir bu yaklaşım. Bu çerçevede Ferhat’a ve eserlerine baktığımızda da zengin yargılara varmak mümkündür. Akıl ve duygu zenginliğine rağmen nice sanatçı, çaba ve cesaret örneği sergileyemediği için sanatsal etkinliği gerçekleştirememiştir. Bu anlamda yaşamın uçlarında, hatta aklın sınırlarında dolaşmak, sonu belirsiz kuyulara yönelmek, uçsuz bucaksız serüvenlere dalmak, uçurumun kıyısında yürüyenlere yoldaş olmak Tunç’un alışkanlıkları arasındadır. Metin Göktepe’den Tahir Elçi’ye; Hrant Dink’ten Berkin Elvan’a ve nice halk değerlerine yoldaş olduğunu eserlerinden anlamak zor değildir.

Tunç için sanat ve müzik formasyonu edinmedi diyebiliriz. Gerçi 1979’da ilk olarak Almanya’ya gittiğinde kısa süreli de olsa müzik okulunda bulunduğunu biliyoruz. Nihayetinde biyografisine bakılırsa konservatuar okumamış Tunç. Gelenekten, halk değerlerinden, ozanlardan, bilgelerden gelen mirasın üzerinden hareket ediyor. Zaten yaratıcılığın da asıl olarak buralarda neşet bulduğu, yıllardır ileri sürdüğüm tezlerden birisidir. Yaratıcılık halka mahsustur! Akademi ise halk değerlerinin geliştirilmesi, biçimlendirilmesi, kurallaştırılması, kitabileştirilmesinde etkindir. Bu durum sanat için olduğu kadar felsefe için de geçerlidir. Felsefenin yaratılması Sokrates ve öncesi döneme aitken, onun akademikleştirilmesi süreci Platon ile başlar. Modern döneme karşılık gelir. Dolayısıyla Ferhat Tunç ve temsil ettiği ekol için sanatın ve özel olarak da müziğin Sokrates’i ve Sokratesleri demek yanlış olmaz.

Mehmet Akkaya

Fotoğraflar: Hidayet Kalınlıoğlu